Efendim 5 Ağustos 2012'de,
Erciyes'te, Tekir yaylasında söylemişim bu destanı...
Dün Kızılcahamam'da yapılan bir basın toplantısını seyrederken,
tekrar aklıma düştü...
Aklıma ayrıca bir de "Neron" düştü... Neron!..
Evet evet şu Roma'yı yakan Neron var ya... İşte O!
Şu konuyu yazmayayım diyorum...
Şu konudan biraz uzak durayım diyorum...
Artık anlamışlardır, daha doğrusu anlamıştır herhalde diyorum!..
Kendisi, kendi eliyle, güzellikle toplar şu kurultayı diyorum...
Ama yok arkadaş!
Anlamıyor... Anlamıyor... Anlamıyor.
"ETKİSİZ HALE GETİRİLDİ!.."
Şu haber kanallarındaki dile ifrit oluyorum...
Hele hele Güneydoğumuz ile ilgili haberleri verirken,
çıldırtacaklar beni!
Bu dil eğer devlet dili ise işgüzarlık...
Ne yani, kime hoş görünmeye çalışıyorsunuz?!
Bazen insanların ağızlarından çıkanlar,
şuur altlarında yumrulaşmış arzularının veya niyetlerinin dışa vurmuş tezahürleridir...
Açık açık mertçe söyleyemediklerini, iyi dikkat ederseniz sarfettikleri bu cümlelerden çıkarabilirsiniz.
Bu cümleler esasında mayın eşşekliği yaparlar...
Bu cümlelerin itiraz, tepki görmeden geçtiği ortamlardan o yumrulaşmış arzular ve niyetler de geçer...
Geçilmesi gereken cenderelerden geçerek değil de,
Hiçbir bilgisi olmadan, hiçbir birikimi olmadan,
Hasbelkader "devletlü" olanlar,
Diplomatik literatürü bilmezler...
Sanki ben biliyor muyum? Ben de bilmiyorum...
Ama ben en azından bilmediğimi biliyorum ve saklamıyorum!
Ben her zaman diyorum...
Eğer İstanbul anlar ve anlatmayı kafasına korsa,
Anadolu anlamaya çoktaaaan hazır...
Her gece başımı yastığa koyduğumda, ya kendi kendime mırıldanırım, ya da muhakkak aklımdan geçer!
Derimki; “Yine takvimden bir yaprak düştü..„
Ama bu gece Yılbaşı!
Bu gece; Takvimden bir yaprak değil, “Ömürden bir takvim düştü..„ demek daha doğru kanımca...
Çünkü hakikaten ömürden bir takvim daha düştü...
Yani bir sene, bir yıl daha su gibi akıp gitti...
Bir yıl deyip geçmeyin!.
Tam 12 ay,... 52 hafta... 365 gün... 8760 saat... 525600 dakika... veya 31557600 saniyeye denk gelen koskocaman bir zaman dilimi...
Göz görmek içindir, bakmak için değildir!
Bakan‘lar bakıyor siz bari bakmayın...
Siz görün.
Evet siz...
Yavrum üniversitede okuyor diyen analar, babalar...
Üniversitelerimizi idare eden rektörler, dekanlar, öğretim üyeleri...
Ve Bakanlar!.. İlgili ve ilgisiz Bakanlar!..
Yani eğitim hürriyetinden bahseden (devletlü)lerimiz!..
Size sesleniyorum...
MHP bu yapıyla olmuyor...
Bu yapı değişmeli...
MHP kendine gelmeli...
Kendine gelmesi için de Yüce Türk Milletinin güvenini kayıp etmekten, daha kötüsü Ülkücülere itibar kayıp ettirmekten başka hiç bir şey yapmayan bu yönetimden kurtulmalı...
Herhalde bazıları susmamı, sadece seyirci kalmamı istiyor!
Ancak ben seyirci kalamam...
Her ne kadar bize sevgi beslediklerini söyleselerde,
bakıyorsunuz ki onların sevgileri, onların şartlanmışlıklarına karşı çıkana kadar...
Kendileriyle paralel düşünmediğinizi anlayınca, aynı iklimin yürekleri olsanız bile, mırın-kırın etmeler, karnından konuşmalar başlıyor.
Hatta daha ileri giderek hakaret etmeler başlıyor...
İşlerine geldiğiniz zaman sizi omuzlarına alanlar işlerine gelmediğiniz zaman size düşman oluveriyorlar birden...
Ortalık Atanmışlık ve seçilmişlik kavramlarıyla tarif edilebilen,
lider olmadığı halde lider görüntüsü veren tiplerle dolu!
Atanmışlar çok fazla hareket edemezler… Yani manevra kabiliyetleri kıttır…
Çünkü az arkalarını dönseler, hele hele kazara ceketlerini çıkarsalar,
kıçlarındaki, onları o mertebeye çıkartan güçlerin tekme izleri de ortaya çıkar!…
Ne yaparsa yapsınlar bu tipler kıçlarındaki onları yükselten bu tekme izlerini silemezler.
O yüzden bunları bilenler bilir (cemaziyulevvel hikayesi gibi)
bilmeyenler, yani gerçek liderliğin bürokratlık olmadığını çözemeyenler de maalesef “lider„ diye cacık gibi yer!
"Yurtşen'i yolcu ettik,
Yurt şen değil, Yurt yaslı!..
İt bile gülüyor sa,
Belli ki Bozkurt yaslı!..„
...............
Bu akşam bu sayfayı (Not: söz konusu facebook) açtığımda bir yazı okudum.
Kısa... Öz... Ama acı!...
Diyor du ki;
"Ülkücüler benim için yıldız gibidir.
Her ülkücü öldüğünde bir yıldız söner.
Eskiden gökyüzünde yıldızlar kadar çoktuk.
Şimdi gökyüzünde yıldızlar gibi yalnızız, yalnız ölüyoruz.
Ve itler bile gülyor kimsesizliğimize..."
17 Aralık 1273... Mevlana'nın ölüm yıldönümü.
Kendi ifadesiyle Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi)
Yani Mevlana'nın Mevla' ya kavuştuğu,
Hakk'a vuslat günüydü bugün...
17-25 Aralık artık Türk siyaset tarihine oturdu...
Yolsuzluk ve Rüşvet Haftasıymış...
Haberlere bakılırsa, herkesin hatta TBMM'nin bile gündemi bu oldu bugün...
İşte bu sebeple sayfamızda, böyle bir haftanın mucidi olan "4 Eski Bakan"ın resmini, resimleriyle birlikte de, kendi partilerinden bile "Yüce Divan"a gitmeleri gerektiği yolunda rey kullanan vekil sayılarını gösteren bir şema paylaştılar...
5 Aralık 2015,
Yani geçen Cumartesi günü Avrupada yaşayan Türklerin kanalı "Kanal Avrupa"da "Ateş Çemberi" isimli proğramda işinin artık ustası olmuş olan Muhsin Ceylan'ın misafiri olmuştum...
Konu Ülkücü Hareket'ti...
Ülkücü hareketin Ozanı derken, yazanı derken,
bir de baktım ki konuşanı olarak çıkarmışlardı beni sizin karşınıza...
Hepimiz biliriz ki dualar çaresizliklerin ve umutsuzlukların can simitidir...
Her ne kadar umutsuzluğu kabullenmesek de, bazen bir parça karamsarlığa düşmekten kendimizi alamayız...
En azından, doluya koyup aldıramadığımız,
boşa koyup dolduramadığımız anlar olur...
Bu bende alışkanlık oldu herhalde!..
Salı günleri televizyonun karşısına oturuyor siyasi parti müdürlerinin(!) yaptıkları konuşmalara dikkat kesiliyorum...
Sadece dediklerini değil, hallerini, hareketlerini de izliyorum tabi...
Hatta inanın bazen onların halleri, hareketleri söylediklerinden daha çok şey anlatıyor bana...
En azından söylediklerini dillerinin ucuyla mı,
yoksa yüreklerinden gelerek mi konuştuklarını anlama imkanı buluyorum...
Çünkü samimiyetleri veya samimiyetsizlikleri vücut dillerinde görülüyor...
En azından ben görüyorum...
Bana göre samimiyetin dili hal ve hareketlerdir,
özellikle de gözlerdir, gözler...
Buna birde başka bir sunilik katılınca gözlerini gözlemlemek zorlaşıyor!..
Diyeceksiniz ki nedir o sunnilik?
Öyle bir iklimde, öyle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki,
Hava soğuk...
Sadece hava mı?
Beyinler, dolayısıyla düşünceler soğuk!
Kalpler, dolayısıyla duygular soğuk...
Madde soğuk... Mana soğuk...
Artık bu işin saklısı gizlisi kalmadı!
Hatta örtülü ifadesi, yani imâsı da kalmadı!
Artık bunu sadece ben de değil, herkes görüyor herkes...
Konu;
İlgilendiren ilgilendirmeyen herkesin konusu olmuş...
Köylerde, muhtardan, sürüsünün peşindeki çobana,
Şehirlerde, resmi dairelerden esnaf arastalarına kadar, berberin, manavın, kasabın hatta inanmayacaksınız ama,
ayakkabı boyacısından tutunda simitçi kardeşlerimizin diline kadar düşmüş durumda...
Hak edilmemiş alkışlar, kalpazanların bastığı sahte paralar gibidir,toplayanlara zarar verir...
Hele de bunu birileri bile bile topluyorsa, bu toplayanları alçaltır.
Yani bir nevi alçaklıktır!
Alçaklığını gizlemeyi başararak güç sahibi olanların ikliminde ise, haysiyetin, onurun, şerefin çiçek açması mümkün değildir!
Mümkün değildir çünkü açtığı an soldururlar!..
O iklimde bu kavramlar barınamaz...