Mektuplardan konu açılınca,
İki-üç gündür gelen eski mektupları ve verdiğim cevapları karıştırdım durdum...
Hani insan albümlere bakınca eski resimlerin zaman tünelinde seyahate çıkar ya,
İşte ben de eski mektupları okudukça meğer neler yaşamışım onları tazeledim hafızamda...
Gerçi mektupların %90'ı bize güç veren, haklılığımızı söyleyen mektuplar olmakla beraber o geri kalanlar ise geçen yazımızda isimlendirdiğimiz gibi içimizi burkan,
Hatta bazen "Sen de mi, Brütüs..." dedirten cinsten mektuplar...
Son zamanlarda çok mektup gelmeye başladı...
Ve gelen mektupların çoğu helâllik istemek için geliyor!
Ne helâlliği diye aklınızdan geçebilir...
Açıklayacağım efendim, sabır istirham ediyorum...
Herhalde biraz uzatmak zorunda kalacağız ama ne yapalım!
Çünkü gelen mektuplardan birini de sizinle paylaşmak istiyorum.
Vatanımız huzursuz...
Milletimiz gergin...
Devletimizde beka sıkıntısı var...
Birliğimiz gitmiş...
Dirliğimiz gitmiş...
Huzur yok, huzur bitmiş...
Her şehit tabutuyla ciğerim sökülüyor,
Başımızdan aşağı bombalar dökülüyor...
İçim-dışım puşt dolu...
Dün size iftiradan bahsettim...
Özellikle siyasetteki iftiranın bir ülke için nelere mal olacağını aklımın yettiğince vurgulamaya çalıştım...
Bu gün de siyasette gözümüzün içine baka baka yalanlara şahit oluyoruz!...
Hem de alenen, bütün milletin zekasını yok sayan, adeta bizimle alay eden vıcık vıcık yalanlara...
Sadete gelecek olursak;
MHP Tüzük kurultayı olsun mu-olmasın mı? meselesi...
İlla siyasi polemik ararsınız ilgi göstermek için!
Böyle konuları pek okumazsınız...
Veya okusanız bile iki satır kanaat belirtme zahmetinde bulunmazsınız...
Tabi herkesin hakkını yemeyeyim, okuyanlar hatta yorum yapanlar elbette var...
Vallahi okusanız da, okumasanız da, bir meseleyi sizlere arzetmek istiyorum!
Ama arzetmek istediğim meseleye nereden başlayacağımı bilemiyorum!
Eee...
Bunlar alışmişlar tabi girdikleri kabın şeklini almaya,
veya kafadan bacaklılar gibi, yani yumuşakçalar gibi her delikten geçmeye!..
Gittikleri şehirlerde o şehrin maddi-manevi değerlerini istismar etmeden,
daha doğrusu siyasete meze yapma uğruna kirletmeden duramıyorlar....
Ta... 4 Nisandan beri yazmak istediğim bir yazı!
Daha doğrusu bir teşekkür yazısı desek daha iyi olur...
Efendim 4 Nisan her Ülkücünün kara gün olarak telakki ettiği bir gün...
Başbuğ'umuzu kayıp ettiğimiz tarih...
O gün Anadolunun dört bir yanından gelen ülkücülerin cem oluşunu, yürek yüreğe verişini, Başbuğ'umuzun acısını paylaşmalarını 19 yıldır izliyorum... Gözlüyorum...
Evet evet... Ben bazı destanları yazarım...
İçinde mekan geçmez, zaman geçmez hatta isim geçmez...
Ama birileri benim yazdıklarımı mekanlandırır, zamanlandırır hatta isimlendirir...
Yani tutar birisine yakıştırır,
Yakıştırmadan da öte şap diye yapıştırır...
"İnsan bir kapıdan girer ve öteki kapıdan çıkar...
Zaman sürekli insanın aldığı nefesi hesaplamakla meşguldür..."
Bu sözün ne kadar haklı olduğunu bugün birkez daha anlamış oldum!
Bir Yiğidin kendine biçilen nefes sayısı bitti bugün...
Duygulandım çünkü duygulanılmayacak gibi değil!
İnsanların bizim için hareket etmesinden çok,
duygularımızı paylaşmasını daha fazla önemseriz.
Herhalde onun için olsa gerek ki Hz. Mevlana;
"Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."
(Pardon),
HER TARAFTA BU ŞEREFSİZLİK!
Buyurun okumayanlar okusun...
Okuyanlar da bir daha okusun...
------------------------------------------------------
Celal Adan'dan Ülkücülere Ağır Küfür!
"İftiraya en güzel cevap sessiz kalarak verilir!.."
Böyle demiş düşünürün biri.
Tamam, iyi, doğru da,
Sessiz kaldıkça karşıdaki kuduruyorsa ne yapacağız?
Vallahi ben susamıyorum kusura bakmayın arkadaş!..
Rahmetli Babam Samsun Jandarma Alay Komutanlığının makam şöförlüğü imtihanına girip kazanmıştı...
Bu sebeple Terme kazasından, Terme'nin vilayetine yani Samsuna taşınmıştık.
Terme Atatürk İlkokulu 2.sınıfta okurken daha büyük bir şehire,
Samsuna gelmiştim.
Bugün artık olmayan, yani yıkılıp yerine bir beton yığını yapılan
Samsun Gazi Osmanpaşa İlkokulunun öğrencisi olmuştum...
Kaç gündür yazılacak çok şey olmasına rağmen tek satır yazmadım...
Bugün Anam gibi sevdiğim İlkokul Öğretmenim
Nazmiye Kırca Hanımefendiyi kayıp etmenin acısını paylaşacaktım...
Daha sonraya bırakarak,
eski bir yazımı sizinle tekrar paylaşmayı uygun gördüm!
Tekrar paylaşmamın sebebini siz düşünmeyin...
Ama Mahkemenin gerekçeli kararının ardından, MHP Genel başkanlığını düşleyenler düşünsünler...
Böyle bir duyuruya başka yorum eklemek gereksiz bence...
Allah izin verirse o gün birçok ülküdaşımızla orada kucaklaşmayı,
Omuz omuza eda edeceğimiz namazdan sonra da Başbuğ'un iklimini tenefüs etmeyi umuyorum...
Olumlu da olabiliyor!
Olumsuz da olabiliyor!
Bazen ufak bir gelişme bile duygulandırıyor insanı...
Veya sinirlendiriyor...
O zamanda dilinize bazı şeyler pelesenk oluyor sanki. Ya bir şarkı, ya bir türkü...
Mırıldanıp duruyorsunuz bir zaman...
Bu benim bir destanımın adı…
Ömrünü devletin hizmetine vakfetmiş olmasına rağmen bu ifadenin acı gerçeğini yaşamış öyle yürekler biliyorum ki!..
İnsanın içini acıtan bir ifade…
Ama maalesef özellikle de bizim ülkemizde bu böyle…
Yüzlerce, binlerce madenci madenlerde yanıyor, boğuluyor veya sulara gömülüyor...
Denilen şu;
-Bu işin fıtratında bu var!..
Sıra sıra gelen şehitler...
Askerler, polisler...
Yine birileri nutuk atıyor!
Diyor ki;
-Bu işin fıtratında bu var!
Bir ata sözümüz vardır!
“Yiğit namıyla anılır..„ der.
Aynen ata sözümüzde de belirtildiği gibi,
bazı unvanlar bazı kişiliklere yapışır kalır adeta...
Yapıştığı için yapışmaz!
Yakıştığı için yapışır ve onları birbirinden koparamazsınız!
Tıpkı Muhsin Başkan‘da olduğu gibi...
Henüz hayatı anlayamayanların ölümü anlaması mümkün mü?
"Her ölüm erken ölümdür " sözünü sık sık duyarız...
Hele böylesi! Hele böylesi!